Mehmet Salih KÖSE

Tarih: 05.03.2024 13:50

DELİLER

Bu şehrin bir zamanlar feylozoftu delileri. Eskiden ruh ve sinir hastanesi yoktu. Sokakta iç içe yaşardık delilerle. Birçok insan hatırlamaz, Deli Şakir’i, Dikdikına'yı, Zeki'yi. Daha birçok deli vardı bu sokaklarda. Belli olmazdı deli mi, çok akıllı mı diye.


KÖŞE BUCAK

Mehmet Salih KÖSE

Eğitim Uzmanı

 

Mesela Deli Ali Osman Aga zaman zaman öyle sözler söylerdi ki, hayran kalırdın bu sözlere.  Bazen zıvanadan çıkar söverdi. Aslında Kurtuluş Savaşı’nda bulunmuş gerçek bir gaziydi. “Gerçek olmayan gaziler de var mıydı?” diyeceksiniz. Var olduğunu söylerler. Gazilere İstiklal Madalyası dağıtılıp maaş verildiği, 1980 öncesi yıllarda bazı kişilerin hiç savaşa katılmadıkları halde İstiklal Madalyası sahibi olduğu söylenir. Hatta bu nedenle Deli Ali Osman Aga aldığı madalyayı yakasına takmazdı. Meşhurdur o zaman onun yaptığı hareket ve sözler. 

Bir Kudunalı Zeki vardı. Her sözünde bir anlam yüklü. Söyler, insanları güldürür ve bazı gençlere takılırdı. Zaman zaman sinemacılara yalvarır, bedava sinemaya giderdi. Deli Şakir diyoruz ya, değme sepet ören insanlar onun gibi kalbur öremezdi. Her ördüğü kalbur sanki bir sanat eseriydi.

Bir zamanlar farklıydı bu şehrin delileri. Başkaydılar, insanlarla iç içe yaşarlardı. Kızdırmazsan zararı olmazdı insanlara. Ama çocukların bir oyunu da delileri kızdırmaktı.  Kimileri de delileri bir araya toplar ortaya bir fikir atar ve delileri tartıştırırdı.

Bir arkadaşımız vardı, rahmetli oldu: Selahattin Sevim. Bir gün çarşıdaki delileri Hurşut'un kahvesinde topladı. Hava çok soğuktu. Tüm delilere çay ve simit söyleyeceğim sözünü verince, deliler peşine takılmış gelmişlerdi Hurşut'un Kahvesi'ne. Hurşut’un kahvesinde oyun yoktu. Sadece çay ve kahve yapar, kahveye gelenlere ve çevre esnafa satardı. Külde pişirdiği kahvenin mis gibi kokusu sabahları yayılırdı caddelere.

Selahattin Sevim o gün tam on bir deli bulmuş kahvedeki masanın etrafına toplamıştı. Hurşut Amca ocakta onları seyrediyordu. Selahattin Sevim tümüne çay söylemiş, bir de simit almıştı. Deliler soğuktan kurtulduklarından, belki de adam yerine konulduklarından o gün farklı neşe içindeydi. Hepsi sanki kocaman bir bebek gibiydi. İçlerinde bazıları suskun, bazıları sabit bir noktaya dikiyordu gözlerini. Selahattin Sevim, ortaya soruyu attı: “Ula uşaklar ha bu sahilde koca gemi nasıl batmadan su yüzünde duruyor?”

O zaman sahile gübre yüklü bir gemi gelmişti. Hamallar kurdukları tahta yollarla bu gübreleri Cesurların mağazasına taşıyorlardı. Daha sonra bu gemiye tütün yükleniyor, gemi üç defa düdük çalarak Pulathane'nin doğal limanından, İstanbul’a doğru yola çıkıyordu.

Selahattin Sevim deliler daha iyi konuşsun diye seslendi: “Hurşut Amca birer çay daha yap bizlere.” Deliler ikinci çayın geleceğini duyunca başladılar konuşmaya. Kimi abuk sabuk konuşuyor. Kimi diğer deli ile alay ediyor. Kimi de bir deli konuşurken bir türkü mırıldanıyor. O ara delilerin en zekisi, şöyle dedi: “Suyun kaldırma gücü var.” (İsmini buraya yazmadığım deli dediğimiz arkadaş sonradan bu hastalığa yakalanmıştı. Aslında liseyi birincilikle bitirmiş, mühendislik okurken psikolojisi bozulmuştu. Hatta nazar aldı da bu duruma düştü diyenler de olmuştu.)

Diğer deli öteden atıldı: “Goyayım o kafaya bir odun. Madem suyun kaldırma gücü var, neden biz denize girmeye korkuyoruz. Girince batıyor boğuluyoruz?” Bir başkası, “Görmiy misin, o gemi kafadan iskeleye bağlanmış. Hiç kacamay. Niye köyde sığırı bağlayruk ahıra da kaçabiliy mi?” Tartışma kızıştı. Her kafadan bir ses çıkıyor etrafta oturanlar bu tartışmayı izliyordu. Kimisi gülüyor, kimisi bu bilimsel tartışmayı dinliyordu. Gudunalı Zeki atıldı: “O gemiyi batırmayan melaykeler.”

Tartışma başka boyuta taşındı. Akıllı cevap verenler de oluyor, sapıtan da. Hatta işi kavgaya götürmek isteyenler de. Ama Selahattin Sevim kavgaya izin vermiyor, ayağa kalkanı “otur yerine” diyerek azarlıyordu. Deliler orkestrasını gayet güzel yönetiyordu. Selahattin Sevim'i dinliyordu deliler. Çünkü onlara her zaman insanca muamele eden ve çay simit ısmarlayan adamdı.

Eskiden delilerden insanımız ürkmez, tiksinmezdi. Sadece yaptıkları eylemler hoşlarına gider, bir tiyatro oyuncularıymış gibi onları seyrederdi. Her caddenin delisi ayrıydı. O deliyi o cadde esnafı besler, bir gün o deli o caddeye gelmezse, esnaf delisini sorar, arar. Çünkü o zamanki deliler o sokağın gülüydü. Kimine ıslık çalarsan sana küfreder, kimine ‘gırıt’ dersen kızar. Kimine şarkı sözlerini hatırlatırsan, o şarkının devamını getirirdi.

Bazı deliler vardı sahipsiz. Onlara acınırdı. Aslında onlar deli değildi. Garibandılar. Perişandılar. Yatacak temiz yerleri, giysileri yoktu. Çok konuşmazlardı. Bu sebeple deli gözü ile bakarlardı bazı insanlar bunlara. Daha çok Salı günleri gelirlerdi köylerden.

Satari'den gelen iki kardeş vardı. Deli Raif ve kardeşi. Dilenirler, akşamları evlerine giderlerdi. Salı günleri esnaf dilencilere ikindiden sonra yardım eder, satamadığı ürünlerden zekatına verirdi. Raif ve kardeşi mahalleden geçerken çok çekmişlerdi mahalle çocuklarından. Zaman zaman ellerindeki gaz dolu şişleri kırmıştı çocuklar. Oturup ağlarlardı. Zannedersem bir gece köyde evleri yanmış orada yanarak ölmüştü bu iki kardeş. Çok acırdım onlara. Bir de bizim mahallede Mahmur'e vardı. Geceleri ağlar sesi yayılırdı mahalleye. Akkız vardı. Aslında deli değildi. Yoksuldu. Mahallede bulunan şapelde yaşardı. Aslında İspirli’ydi.

 Ben o yıllarda da bugün de çok acırım delilere. Yemek parası, sigara parası isterler, veririm. Zaman zaman şükrederim kendi kendime, aklım var diye. Zaman zaman da sorgularım; akıl nedir, delilik ne?

 Düşündükçe ne acı değil mi? Herkes unutmak istiyor o insanları. Adlarının anılmasından bile hoşnut olmayan akrabaları bile var.  

 Neyzen Tevfik'e de deli diyorlardı bir zamanlar. Ama hâlâ kamışa Neyzen gibi ruh veren neyzenler gelmemiş evrene.

O bahsettiğimiz insanlar hep göçüp gitti. Rahmet olsun ruhlarına. Sadece şu kadarını söyleyeyim:

Bir zamanlar bu şehrin delileri de güzeldi. Şimdi herkes kendi çarkını döndürmeye bakıyor. Artık o köşedeki kahve de yok, Hurşut Amca'da ve sol ayağını raket gibi kullanan oğlu, arkadaşımız İlyas Şal da. Bir de o deliler. Gittiler. Artık delilere simit çay ısmarlayan Selahattin Sevimler de yok. Herkes keyfin tahtına oturmuş. Bu günlerde çoğu insan hayatını güya akla uyduruyor. Ama akla uygun nedir? Sorgulayan yok. İnsana değer verin. Çevrenize kulak verin.

Hadi Ömer Hayyam'la bitirelim bu sohbeti. Ömer Hayyam diyor ki:

“Bu dünya kimseye kalmaz, bilesin;

Er geç kuyusunu kazar herkesin.

Tut ki Nuh kadar yaşadın zor bela

Sonunda yok olacak değil misin?”

Bu gök kubbe altında öyle deliler var ki, bakarsın bir tanesi bin akıllıya değer. Bir zamanlar bu şehrin delileri de güzeldi. İnsanları sevin, sevginiz duru sudan daha temiz olsun.

Bir sohbetimiz de böyle olsun istedim. Nereden geldi aklıma bu şehrin delileri ben de bilmiyorum. Niyetim anmaktı eskileri.