Mehmet Salih KÖSE

Tarih: 16.04.2024 11:57

ODUNCUNUN EŞEĞİ

Mahallenin başındaydı evimiz. Tek katlı bir ev ve yanında tütün damı. Evin önünde ayva ağaçları, incir ağaçları. İki de kızılcık ağacı vardı. Önce kırmızı olurdu kızılcıklar sonra olgunlaşır siyaha dönerlerdi.


KÖŞE BUCAK

Mehmet Salih KÖSE

Eğitim Uzmanı

 

Bir de üzüm bağı vardı. Ağaçlara tırmanırdı asması. Bahçe dibinde beş ya da altı zeytin ağacı, toprak kaymasın diye dikilmiş karayemişler. Kiraz karayemişi, su karayemişi, selvi karayemişi. Benim en çok sevdiğim su karayemişiydi. Bol sulu olurdu içi.

Her pazartesi akşamı çok misafirimiz olurdu evde. Akşam üzeri gelen köylü kadınlar misafir olurlardı bizlere. Erkek varsa damda yatardı, mısır saplarının arasında. Sabahleyin erkenden kalkar Akçaabat'a, salı pazarına giderlerdi. Değnekleri vardı ellerinde, şehre inmeden önce diken gafullarına gizlerler, dönüşte alırlardı. Hatta bazıları bıçak ve tabanca bırakırlardı komşulara, köye dönüşte alıp köylerine giderlerdi. Yolda arama yapardı jandarma, şehirde de polisler.

Bizim eve misafir gelenler ya Zagera'dan ya Zenida'dan ya da Çilekli'den olurlardı. Zaman zaman Satari Kırbayır’dan gelenler de misafir kalırlardı bizim evde. Devamlı misafir olan iki kadın vardı. Biri İmamoğlu Asiye; Satarili’ydi. İkincisi Zagera'dan Kör Hava. Bir gözü galiba görmezdi. Annemin de yakınıydı galiba Geliya'dan. 

Gelenlerin yükleri olurdu. Zagera'dan gelenler ya kömür getirirlerdi ya da bel sapı, bel doğanı, fasulye çubuğu, gufa, örme sepet, mısır, fırın kurusu, patates. Zaman zaman ayakları bağlanmış üç beş tavuk da olurdu ellerinde. Genelde horozlar çekerdi bu çileyi. İbikli, renkli renkli horozlar. Ayaklarından bağlanır ve başı yere asılı şekilde taşınırdı elde. Çocuk aklımızla düşünürdük, bu tavukların başı dönmüyor mu diye, 

Annem tanımadığı kadınları misafir etmezdi. Eğer erkek varsa ya o şehre iner otelde yatardı veya damda kalırlardı. Yakın, tanıdık misafir gelmişse sevinirdik. Bazı erkekler pazara gelirken ellerinde ağaçtan yapılmış çivilerle yün çorap örerlerdi. Çok dikkatimizi çekerdi bu tip insanlar. Eve gelenlere hâl hatır sorulur, uzun zaman gelmeyenin hasta olup olmadığı, neden pazara gelmediği gibi sorular peş peşe sıralanırdı. Sonra sofra kurulur, evde ne pişirilmişse misafirlerle yenilirdi. Zaman zaman gelen misafirler yayla çiçeği, ayva ve yaban armudu gibi hediyeler getirirlerdi.

 Büyüklerimiz yaz sonlarına doğru satmak için odun getirenler varsa bize haber verin diye tembih ederlerdi. Biz de yol kenarında köyden gelenlerin sırtlarında ne olduğunu kollar, odun varsa eve haber verirdik. Odunlar ya sırtta taşınırdı ya da katırla, eşekle ve atla getirilirdi. Odun getirenler genelde akşam üzeri veya sabah erkenden geçerlerdi. Aslında o yıllar odun kesip satmak yasaktı. Çünkü devletin Karaorman’ından bu odunlar gizli gizli ağaçlar kesilerek yapılırdı. Odun alan büyüklerimiz önce eşek veya at sırtındaki odunları sayar, iriliğine bakar, cinsin görür, sonra yaş mı kurumu ona dikkat ettikten sonra pazarlığa girerdi. Daha çok tercih edilen kuru ve yarma gürgen odunuydu. Çam odunu pek  makbul değildi. Odunu beğenmiş ve fiyatında anlaşmışsa alıcı "çek şu eve" der, kendi evini gösterirdi. Alıcı önde satıcı arkada evin önüne gelinir iki kişi at sırtındaki odunları çözer yere yıkarlardı. At veya eşek sahibi bu sırada hayvana torbada saman verirdi. At terli olduğu zaman su içirmezlerdi. Dinlendikten sonra su verirlerdi. Evin önüne yıkılan odunları biz çocuklar hemen dört köşe üst üste dizer kale yapar,  içine girer oynardık. Zaman zaman odunların üzerine bir torba mısır unu veya fasulye koyarlardı satmak için. Biz çocuk aklımızla yükü çok olan atları kendimizin atı görür, cılız eşeklere çok acırdık. Eşeklerin zaman zaman gözlerinde yaş geldiğini ve bu yaşlara sinekler konduğunu çok gördüm. Ben çam odunları içinden gelen çıra kokusuna bayılırdım.

 Bir gün yolda bir arkadaşımla yine odun getirecek satıcıları kolluyorduk. Tepeden orta yaşlı bir adam önünde eşekle odun getirdiğini gördük. Eve haber verdik. Annemler geldi pazarlık etti ve odunları aldı. Odunları satan hırpani kılıklı bir köylüydü. Aklımda kaldığı kadarıyla Kırbayır’dandı. Odunları eşeğin sırtından indirdikten sonra, ipi sardı ve eşeğin üzerine bağladı. Kendisi su istedi. Annem su verdi. Sonra ekmek istedi. Annem de kendine bir parça ekmek ile çay verdi. Adam oturdu suyu, çayı içti. Ekmeği yedi. O sırada ezan okunduğundan bahçedeki çeşmeden abdest aldı ve vagon yolunda çimende ikindi namazına durdu.  Eşek, başındaki torbayı attı, bahçede otlaya otlaya gitmeye başladı. Bunu gören ben ve arkadaşım eşeğin yularından tuttuk ve ikimiz üzerine bindik. Eşek koşmaya başladı. Evden bir hayli uzaklaştı. Biz korktuğumuzdan eşeğin sırtından yere atladık. Eşek dereye doğru gitmeye başladı. Biz de dayak yememek için tek nefes eve geldik. Odunlardan kale yapmaya başladık. Adam namazını kıldı, eşeği aramaya başladı. Eşek ortada yoktu. Biz de korkudan eşeğin dereye doğru gittiğini söyleyemedik. Adam bir taşın üzerine oturdu, “eşeğimi çaldılar” demeye başladı. Devamlı ağlıyordu. Bu sıra eşek gittiği dere kenarından anırmaya başladı. Oduncu eşeğin sesine kulak kabarttı ve o yöne bakarak eşeği gördü. Eşek epey uzaklaşmıştı. Kendi kendine, “Bu eşek bu eşekliği hep yapıyor. Geçen gün köyde de böyle yapmıştı.” dedi ve eşeği almaya bayır aşağı koşmaya başladı.

Böyle bir hatıram var. Aklıma geldi de anlatmak istedim sizlere.  Şimdi artık ne eşekler kaldı ne de atlarla odun taşıyıp satmaya götüren insanlar. Artık o eski tahta ve mertek kaçakçıları da yok. Belki de araçlar bu işi gördüğündendir. Yola bakıyorum ne at var ne de eşek. Arabalar, arabalar. Yollara sığmıyor, kaldırımları bile işgal etmişler.

Bize de eskiden “oduncunun eşeği” hatıra kaldı.