Mehmet Salih KÖSE

Tarih: 13.02.2024 12:24

YAŞAMAK KALP YARASI

Azıcık durdum, şehrime baktım düşündüm dünü ve bugünü.


KÖŞE BUCAK

Mehmet Salih KÖSE

Eğitim Uzmanı

 

Dün uçurtmaları görmek isterdim gökyüzünde, bir de beklerdim hafta sonları ikindi vakti Hıdırnebi'den Trabzon’a doğru yol olan iki motorlu pervaneli uçakları. Biz, nereden öğrenmişsek bilemem, ‘pırpır’ derdik bu uçaklara. Zaman zaman Boztepe’deki Amerikan üssüne doğru giden helikopteri görünce hayran hayran bakardık. Çok alçaktan uçardı. Hatta içindeki pilotu görürdük ve “Pilotu gördüm” diye haykırırdık. Seçim zamanı çift motorlu pırpır uçaklar alçaktan uçar, parti tanıtım kağıtları atarlardı sokaklara ve köylere.

 Akşam yaklaşınca yavaş yavaş evlerde yanardı şişeli lambalar. Bir de fenerler vardı; kara ışık veya ‘lükmen’ derlerdi. Onlar yanınca evlerde başlardı kara bir düş.

 Sokaklar çok kalabalık değildi. Hasır iskemleler en lüks ev eşyası sayılırdı. Dağlardan şehre doğru hücum futbolu oynardı kara bulutlar. Arkasından başlardı nisan yağmurları.

 Bakarsın saatte bir geçer yanından tanıdık bir yüz. Kadınsa ayak üstü dökerdi içini ya gelinini çekiştirirdi ya da kaynanasını veya komşu kızını. Tenha yamaçlarda inek otlatan yaşlı insanlar, bilhassa Esma Teyze gibi nineler efkarlanır bir türkü tuttururdu. Çünkü ancak o yerde özgür kalırdı yüreği. Derdini, düşüncesini ıssız dağlara döker, an gelir göz yaşı da düşerdi toprağa. Ölen annesi ya da babası veya eşi gelmiştir aklına. Ya da Yemen’e gidip de gelmeyen sevdası.

Erkekse çoban kavalı ile derdini döker, çok duygu yüklenirse gönlüne, çıkarır gümüş tabakasını sarar sigarasını. Sardığı tütün yerlidir, yerli acıları taşır içinde.

Çok sakallı insanlar görünce ‘Hoca Efendi’ derlerdi onlara. Takım elbiseli, kravatlı insanlar hep ‘öğretmen’ olarak görülürdü. Bense o yıllarda çok korkardım suçlu peşinde koşan, omuzlarındaki süngülü tüfeklerle at üstünde giden jandarmalardan. Bir de uzaktan bakardım Karadeniz'e, görmüşsem kara bir gemi, dumanı kül kusuyorsa titrerdim ve merak ederdim. Acaba “Urus'un gemileri” mi?

İnsanlar görürdüm, şehre doğru sevinçle koşan, göz çukurlarından açlıklar geçmiş. Kimi uzun boylu kimi zayıf bedenli. Ortak yanları ayakkabıları: Kara lastik. Ara sıra çarık giyenler de olurdu ama mutlaka omuzlarında belleri vardı. ‘Irgat’ denilirdi bunlara. Bir liraya bir gün bel bellerdi tütün yapılacak tarlalarda.

O yıllar nedense “Zeytin yağlı yiyemem aman, basma da fistan giyemem aman” diye başlayan türkü en çok söylenen türküler arasındaydı. Ne bilirdik bunun bir ABD kurmacası olduğunu. Kalbe en iyi gelen yağ mısırözü yağı derlerdi sonraları. Yalanmış meğer. Boztepe'deki Amerikan Üssü'nden dağılıyormuş bu hain plan. Hadi biz çocuktuk anlamazdık. Neden büyüklerimiz de anlamadı?

Şehirde buğday dağıtan ofis vardı, taştan. O yıllar yine kar ilk önce Karadağ'a yağardı.

Sonra, bir hastalık geldi şehre ve köylere. Bu sefer insanlara değildi gelen. Pis bir mantar. Girdiği tütün tarlasını yok ederdi. Adına ‘mavi küf’ denildi. İşte 1960’da başladı tarlaları yüz üstü bırakmak. Yaşamak için Almanya’ya koşmak. Sonra adı Alamancı’ya çıkan birçok insan. Gidenler ya kayboldu veya kazandığını yatırıma çeviremedi. O zaman gelen mark şehirleri de bozdu. Yükseldi beton binalar. Koparıldı zeytin ağaçları, işgal edildi verimli topraklar. Sanki birileri pusu kurmuştu toprağa. O zamanlar fakir ağlar, mazlum ezilirdi ama hile bilmezdi. Şimdi öyle değil. Pazarda köy yumurtası diye çiftliklerde üretilen yumurta satılıyor, halis tereyağı alıyorsun içinden patates çıkıyor. Su katılmamış süt bulmak kolay değil.

Sonra...

Sonrası bugün... Sonsuz mutluluk verecekti şehirler. Plajları, sinemaları, stadyumları, çarşıları olacaktı. Oldu da.  Ama bugün gürültülü pazarlarda güven yok. Çoğu insan sevgiden uzak. Çıkarlar çatışması. Menfaat düellosu... Toprağı deniz yutmuş. Ormanlar dağlara kaçmış. Bebekler gürültüden uyuyamaz. Anneler işte, çocuklar erken yaşta kreşte. Paralı bakıcılar. Korkutan susuzluk. İklim değişikliği ve küresel ısınma... Araziler bölünmüş, senin yerin benim yerim kavgası. Herkes yaylalarda kaçak ev yapma derdinde. Bağlamanın yerini almış gitar. Bakkal Amca'nın değeri bilinmemiş. Varsa yoksa alışveriş merkezleri. Kat kat üstüne binmiş binalarda mesut olmayan aileler. Cenazeler bile yıkanmıyor artık evlerde. Belli yerde yıkanıyor ve alıp götürüyorlar. Eğitim mi? Aman aman hiç sorma... Yarısı paralı. Al götür paran varsa kendince okul seç. Moda olan ana dili öğrenmeden yabancı dil öğrenmek... Bir de merdiven altı okullar. Yönetenler üç maymunu oynuyor. Ağızlar sus pus. Şarkılar gramofondan değil, YouTube’dan dinleniyor. Kaset ve plağı bırakın cd’ler bile müzelik olmuş çoktan.

Bilerek unutmak istiyorum dünü ve bugünü. Acaba neden? Bakıyorum aklım başımda. Şükrediyorum Allah'a düşünüyorum diye.

Özlüyorum ve istiyorum iyiliği, dostluğu ve sevgiyi. Renk mi? Benim için üç renk var: Beyaz, yeşil ve mavi. Kırmızı renk olarak bayrağımı bilirim. Öper ve alnıma koyarım.

Her sabah martılara bakarım, sokak köpekleri uyandırır beni. Zaman zaman güzel bir kitap bulursam okur, güzel bir ressamın resmini görürsem bakarım. Ara sıra iyi oyun varsa tiyatroya giderim. Kızım alır biletleri. Ama nedense Zeki Alasya ve İsmail Dümbüllü gibi eski oyuncular yok sahnelerde.

Kır çiçekleri koklamak isterim. Ama çiçekçilerdeki güller, karanfiller kokusuz. Beyaz mendillerimiz olurdu eskiden yolcu ettiklerimize sallamak için. Artık yolcu gemileri de gelmiyor Karadeniz'e.

Şimdi emekliler sokak sokak geziyor. Gerçek dost bulmak için dolanıp duruyorsun. Uzağa bakıyorsun; yakın geliyor sana anıların.

Ama ne olursa olsun ben dostlarımı sevmeye devam edeceğim.

Bir de çok sevilecek meslektaşlarım var. Onların sevgisi hâlâ içimde yaşar. Şairin dediği gibi: “Yaşamak kalp yarası/Nereye dönsem içimdesin/Dünya kirpiklerin arasında/Çiçekler açsa bahçemde.”

Bu şiiri okudum ve azıcık durdum ve düşündüm: Bundan sonra sevgi ile sanat neredeyse bizim yerimiz orası.

Güzel günleriniz olsun dostlar. Sağlıkla, gülerek yaşayın.