Mehmet Salih KÖSE

Tarih: 11.08.2025 12:03 Güncelleme: 11.08.2025 12:03

KÜÇÜK BİR MAHALLE GEZİSİ

Yaşadığım şehir iklimiyle, tarihiyle, bitkisiyle, dağıyla, ormanıyla, deniziyle bana göre güzel bir yer. Her mahallesinin her sokağının farklı farklı hikayeleri var.


KÖŞE BUCAK

Mehmet Salih KÖSE

Eğitim Uzmanı

Bugün Ağustos Böcekleri son şarkılarını söylerken çıkıp şöyle bir dolaşayım dedim. Belki yeni bir mahalle hikayesi dinlerim, üç beş eski dosta rastlarım düşüncesiyle oturduğum Söğütlü Mahallesi’nden yayan çıktım yola. Söğütlü; yani ağaların toprakları. Üzgünüm ne eski ağalar kalmış ne de yılda üç defa ürün veren toprak. Belki de aradığım o güzel hikayeler, toprağa karışmış Karadeniz'de kaybolmuştur. Artık bu verimli tarlalardan eser yok buralarda. Kalan üç beş parça tarla; yakında oralara da beton bina dikecek yapsatçılarını beklemekte. Bu sebeple boynu büküktü o küçük bahçelerdeki marulların, patlıcanların, kabakların, bostanların. 

Tarihî Osmanbaba taş köprüsünden geçtim. Sular çekilmiş, Kalanima Deresi kurumuş, son sular gözyaşı dökmekte. Üç beş kavak ağacının gölgesine oturmuş bir yaşlı adam tütün kesesinden sigara sarmakta. Selam verdim; “İçmesen olmaz mı?” dedim. “10 yaşından beri tütün içiyorum. Tütün dikerken buna alıştık. Şimdi 83 yaşındayım, doktor da ‘bırak’ diyor ama bırakamıyorum.” dedi. Daha sonra Satarili olduğunu söyledi. Maraba geldikleri bu yeri ağalardan satın almışlar. Onlar da teklif bekliyorlarmış. Kat karşılığı bu güzel toprağı vereceklermiş. 

Yaylacık Mahallesi'nin dik yolundayım. Hava sıcak, yürümekte zorlanıyorum. Yavaş yavaş, düşüne düşüne yürüyorum. Mezarlıkta bulunan mezarlara dua okuduktan sonra mezar başlıklarına bakıyorum. Tanıdığım isimler var. Burada da bir miktar tarla var. Yol kenarında, bu tarlada ürettiklerini satan bir adam. Patlıcan, domates, salatalık, fasulye, marul. Üreticiden tüketiciye. Yerli sebzeler. Bu arazinin Alaattin Ayvaz'ın olduğunu öğreniyorum. “Hayırlı satışlar” diyerek yola devam ediyorum.

Bir zamanlar bu yolda nal sesleri duyulurdu. Şimdi korna sesinden geçilmiyor. Kudunalı, Helvacılı, Galyaralı, Osmanbabalı kadınlar ve erkekler arkalarında sepet, bu yoldan Akçaabat Pazarı'na gelip gidiyorlardı. Ne insanlar bu yollarda dertlenmiş, türkü söylemiş, gözyaşı dökmüştür. Biz gençken bu yol üzerinden derede balık tutmaya ya da “Mehmet Ağa'nın Çimeni”nde top oynamaya giderdik. Birgün üzerinden atlayıp geçerken su arkının içine düşmüştüm. O günün arkadaşları geldi aklıma. Rahmetli Muhittin Ağan, Ali Kenan Aktuğ, Hakkı Saltoğlu, Kemal, Gürol, Kurt Doktoru Salih, Kopuk Ali'nin İsmet, Mahir Çolak.

Yaylacık Mahallesi eskiden en iyi tütün yetişen, sebze yetişen yerdi. Tek tük eski evler vardı. Koca bir alana “Sefer Bey'in Düzü” derlerdi. Zamanın Trabzon Valisi, Osmanlı-Rus Savaşı’nda Batum'dan kaçan Gürcüleri bu alana yerleştirmişti. Bu Gürcü muhacirler daha sonra yöre zenginleri, ağaları tarafından kandırılmış, onlara verilen topraklar ellerinden ucuza alınmış, buradan Fatsa'nın Kabak Dağı'na gönderilmişti. Bu alana sonradan Fatih Stadı ve Kaplı Spor Salonu yapıldı. Süper Lig takımları burada geldi, maç yaptı. Bu stat basında “Denizi seyreden küçük stat” diye geçerdi. Yakın tarihte yıkıldı ve Millet Bahçesi yapıldı. Şimdi bu şehirde stat yok, kapalı spor salonu yok. Şehrin futbol takımı ve 150 bin nüfusu var. Artık bunu da siyasetçiler düşünsün.

Biz, güz aylarında gece Orta Mahalle'den gelir burada bıldırcın yakalardık. Ellerimizde kaplama ve lüküsler. Zaman zaman ekili tarlalara girersek tarla sahibi bize kızar, bağırır çağırırdı. Tütün sonrası bu bahçelere güz fasulyesi ekilirdi. Yemeği koyun eti ile olursa güzel olur ve yörede sevilen bir yemek çeşididir. Artık ne o tarla sahipleri var ne de o tarlalar. Her taraf dikey beton binalar. Çolak İbrahim ne ümitlerle burada koştururdu gençleri, futbolcu olsunlar diye. Olanlar da var. 

Kim bilir şimdi? Bu toprakları yıllar içinde insafsızca yok ettik. Duvarları kerpiçten, çatıları kiremitten, dar kapılı, küçük pencereli evler burada yok artık. Artık bu topraklara kuşlar gelmiyor. Yorgun bıldırcınlar konmuyor. Tarlalarda kara lahana, güz fasulyesi yok. Kim kazandı, kim kaybetti? Bu soru ortada. Yorgun bedenim bana “toprağını satan, üretimden vazgeçen insanlar kaybetti” diyor.

Artık ne sahilinde Mehmet Yavru dertli dertli saz çalıyor ne martılar, karabataklar yuva yapıyor ne de Ali Yaşar Karan tiyatro yapıyor, darbuka çalıyor. Sanki Yavuz Karan'ı görür gibi oldum “Ah Şu Gençler” isimli oyunun içinde. Hayalmiş gördüğüm, yorgunluktan. 

Lisede okurken bu mahallenin dibine kadar yazılı sınavlara çalışmak için yürüye yürüye gelirdik. Bir lastik tanıtım reklam panosu altında oturur; çıkması ihtimal olan soruları çözerek konuları tekrar ederdik. Hem ders çalışır hem de dalgaların ruhumuza serpilen ince ince nağmelerini dinlerdik. Atlar kum çekerdi sahilden. Serpme ile balık tutardı insanlar. Döner bakardık Hıdırnebi Tepesi’ne. Sisli olurdu dağlar. Keyifle otururdu iki yol arasında küçük kulübesinde yoksul “Gıbıç”, düşünceli düşünceli seyrederdi denizi. Tüm bunları hatırladım. Tek başımıza korktuğumuzdan geçemediğimiz Yarma’da şimdi trafik tıkanıyor.  Yol kenarında yayalar için bırakılmış iki metrelik kaldırıma da bazı esnaflar taht kurmuş. Geç geçebilirsen.

Pulathane'nin köylerinden ayrılarak şehrin yolunu tutanlar Yaylacık'ta mesken tutmuş. Daha çok Çal, Çayırbağı, Düzköy, Kalanıma Vadisi ve Satari köylerinden gelmiş daire almışlar. Kültürel karışıklık fark ediliyor. Çocukluk yıllarında gördüğüm, ellerinde bakır bakraç, pazara yoğurt getiren insanlar burada yok artık. Şuna da yazmadan geçemem. Bu mahallenin nüktedan, hasta Galatasaraylı ve Türk Sanat Müziği sevdalısı da bir muhtarı var. Her insanın derdine koşuyor, düğünlerde ve gecelerde sunuculuk yapıyor. O'na da selam vermek istedim, baktım muhtarlıkta yok. Yola devam ettim. Hedef Dürbinar Mahallesi.

Geçtiğim her mahallede, şehirlerin kahredici, yok edici zalimliğini görüyorum. Nerede toprak varsa yutulmuş. Şimdi bu mahallelere gelip beton binalarda yaşam sürenler geldiği köyün hasretliği ile yanıp tutuşuyor. Hele de böyle sıcak günlerde. Dürbinar Mahallesi bizim mahalleye komşu mahalledir. Bu sebeple uğrak yerimizdir. Bilhassa da Harmancık ve Ortaokul'un küçük bahçesi. Harmancık tarihsel bir bütünlük içinde korunsaydı bugün Orta Mahalle'den daha çok öne çıkardı. Şimdi burada sıkışıp kalan iki üç eski tarihi ev kaldı. Beton hırsı çok yakın zamanda o zavallıları da yok edecek. Öyle görülüyor. Camisi ve mektebi eski hatıralarını koruyor. Bilhassa cami yanındaki mektepler o mahalle kültürünü, eğlenceyi, bilgiyi ve saygıyı gençlere öğretirdi.

Yürüyorum, etrafa bakıyorum; insan hayatı ne kadar büyük kayıplara ne acı değişmelere sahne olmuş. O kadar yol yürüdüm, iki üç tanıdık simaya rastladım, selamlaştık geçtik. Her gördüğüm insan bana yabancı, insan yüzüne şüpheli ve sahte bakıyor sanki. Geçtiğim bu mahallelerde sanki kendimi yitiren bir adamım. Halbuki yıllarca bu topraklarda yaşadık, bu toprağın hakiki sahipleri olduk. Eğitim yolunda hizmet verdik. Her mahallede coşkun suları içilen çeşmeler vardı. Yoruldum bu çeşmeleri aradım. Yoktular, girdim bir bakkaldan pet şişede su aldım. Aklıma geldi tulumbalar. Onlar da yoktu artık. Adnan Sezgin'in konak sessiz, sakin ve düşünceliydi. Kapısında Jeep yoktu. Kazancıların baba evi hâlâ o eski güzellikte geçmişin ruhunu koruyordu.  Muzaffer Lermioğlu, Muhlis Kazancı, Kâşif Töre Ağanoğlu, Baykal Kazancı, Çolak İbrahim, Ahmet Tosun, Aga İbrahim yoktular. Hatta Nüktedan Haydar Abi, Foto Kemal, Ziver, Kaleci Salih yoktular. Sadece dönen Lokman’ın değirmeninde iki değirmen taşı. Zahire öğütmeye gelen insan sayısı az. Mısır ekilmiyor, buğday biçilmiyor.

Yoruldum. Kördüğüm oldu kalbim. Karşıda mahallem, ud ve cümbüş sesleri ile “hadi bize de gel” diyor. Karşıdan bakıyorum. Anlatılmaz duygular içindeyim Sahipsiz gönül dostlarına uzaktan el sallıyorum, “bir gün geleceğim” diyerek pazar yerine doğru iniyorum. 

 Biz bu şehrin sokaklarında büyüdük. Biz bu mahallelerin çıkılmaz yokuşlarında yürüdük. İnilmez yamaçlarında inek otlattık. Akçaabat Gazinosu’nda çeşitli sanatçıları seyrettik, denizinde yüzdük, tepelerde hartamalı uçurtma uçurduk. Mahalle çeşmelerinden kana kana su içtik. Tozlu topraklı daracık yollarda top oynadık, çember çevirdik.

Geçtiğim yerlerde o güzelliklerin fısıltısını korna seslerinden duyamadım. Gördüğüm beton binalar, somurtkan esnaflardı. Ayak üstü sohbet eden insana da rastlamadım.

Bazı yerlerde lüks, bazı yerlerde sefalet. Kimi insan ezik, kimi insan maddeci ve menfaatçi. Ama biz bu şehirde, yine çok umutluyuz. Bu sebeple şehrimizi, mahallelerimizi kaderiyle baş başa bırakamayız. Bilhassa doğaya, suya, toprağa, ağaca, ormana önem vermeliyiz. Bilhassa öğretmenlerin sevdası iyi insan yetiştirme olmalı. 

Yoruldum, eski dostları bulamadım; üzgünüm. Kalan üç beş dosta selam olsun.

Eskiden kalan hazin çığlıklar işittim, yorgunum anlatamam.