KÖŞE BUCAK
Mehmet Salih KÖSE
Eğitim Uzmanı
En bariz örneği eskiden insan insana selam vermeden geçmezdi, şimdi sırtını dönerek geçiyor insan insana.
Değişmeyen hiçbir şey yok mu? Soruyorsun ya git şehrinin ortasına bir bak, orada ya yas tutar anılar ya da gülümser sana.
Hayat değişken, hayat gariptir. Bakıyorsun dün yoksuldum diyenler, bugünlerde varsıllar tezgahında fiyakalı durur.
Şimdi çocuklara “Tanır mısınız kadana atları?” diye sorsam, bırakın “kadana atını” atları bile görmemiştirler; tanımazlar, bilmezler. Sadece resimlere bakar, “baba bak at” derler.
Bazı insanlar vardır, şimdi burada ama hayalleri şehrin ortasında, unutulmuş anılarda. Aklından geçer; şehrin ortasına gidip de anılara çiçek bırakmak. Kim bilecek, yalnız başına o eski evden başka, anılara çiçek bırakmaktır bu? Sadece sana el sallayacaktır balkonda bulunan yıllanmış şarap gibi duran o ihtiyar.
Anıları ya şehrin ortasında bulacağız ya da eski mezarlıklarda arayacağız.
Şaşıyor insan, bu kadar üniversiteler kurulmuş; bu okullardan mimarlar, inşaat mühendisleri, çevre mühendisleri, şehir planlamacıları yetişmiş. Nedir bu anılara düşmanlık? Nedir bu “beton tabutlara” aşık olma hastalığı? Akıllı bir insan ve yerel yönetici çıksa anıları şehrin ortasında yaşatsa, alkışlayacağım ellerim patlayıncaya kadar. Çünkü anılar insanı hayata bağlar.
İnsan arıyor şehrin ortasındaki kitapçı dükkanlarını. Bakıyorsun bugün kitapçıların çoğunun kepenkleri çekilmiş; var olanlar da izbe yerlerde, karanlıklar içinde. Selam veren de yok, kitap alıp giden de...
Ama anılar öyle demiyor. Şehrin orta yerinde elinde gümüş saplı bastonu, temiz gömleği ve kravatı, koltuk altında gazetesi ve bir kitap, başında şapka, kaldırımlar incinmesin diye yavaş yavaş yürüyen insanlar vardı bir zamanlar.
Ben değişen insanları ve şehirleri bir türlü anlayamadım. Galiba sizler de anlayamazsınız. İşte bu sebeple düştüm şehrimin orta yerine anı kırıntıları arıyorum. Sokakları dolduran yüzlerce insan, ne anlayacak bendeki bu duygudan? Kara kara kalabalıklar kendi derdine düşmüş, yarın yaşadıkları bir anı olarak kalacaktır bu şehrin orta yerinde; hiç farkında değiller. Uzun saçlısı da öyle, keçi sakallısı da. Açık giyeni de kapalı olanı da aynı düşüncede. Kimi dizi dizi dizilmiş mağazalara giriyor, kimisi, mağazadan beğendiğini kesesine uygun görmediğinden somurtarak çıkıyor. Tıklım tıklım olan bilhassa akşam saatleri kahveler. Parası olmayanlar da sokaklarda volta atmaktan ayaklarına kramp giriyor. Bazı avare insanlar, emekliler rıhtımda denize olta savuruyor. Hiçbirinin aklında yok, şehrin orta yeri. Yabancı yazılarla yazılmış tabelalar bile dikkatlerini çekmiyor. Kimse sormuyor burası Türkiye mi, değil mi? Anıları rengiyle, kokusuyla hala yaşatan saksılarda kalmış bir sultan küpesi veya sokakta ölümü bekleyen duvar arasından başını uzatmış bahar çiçeği.
Şehrin tam ortasında artık yok dergi, kartpostal satan insanlar. Sinemalar önünde kuyruğa girmiyor gençler... Dikkati çeken kahve garsonları, bir de kepli, beyaz önlüklü “buyrun buyrun, kebap, buyrun” diyen babacan dönerciler. Hâlâ masaları, kirli bezle siliyor, asgari ücret altında çalışan mutsuz çocuklar ve kızlar. Şehrin orta yerinden artık akıp gitmiyor yeşillikler. Yemekler sosa bulanıp yeniliyor. Şehrin ortasında hatırlar gülerek biraz da üzülerek izliyor olup bitenleri. Türk kahvesinin pabucu dama atılmış, bu alanı da istila etmiş İtalyanlar.
İnsanın aklına bir hınzırlık geliyor. Gidecek şu şehrin ortasına oturacaksın. Hatıra defterini açacak, bangır bangır bağırarak okuyacaksın. Daha sonra “Ulan bu beton sevdanız nereden geliyor?” diye soracaksın. Kim soğuttu sizi doğallıktan, ahşaptan? Soracaksın. İsterse sana deli desinler, utanma anıların adına... Çünkü şehrin ortasında durur anılar, kollamak ve yaşatmak gerek.