Abbas YOLCU

Tarih: 04.11.2020 10:13 Güncelleme: 04.11.2020 10:13

‘ALIŞIP YILIŞTIĞIN GİBİ’


 

‘ALIŞIP YILIŞTIĞIN GİBİ’

Eskiden yani annelerin çocuklarını leğende yıkadığı, perdelerin kadifeden değil basmadan yapıldığı, mısır şurubu yerine pancardan elde edilmiş şekerin kullanıldığı zamanlarda bazı kişilerin inâbeli olduğu söylenirdi.

İnâbeli kişiler, eskiden yani televizyon yayınlarının olmadığı veya olup da siyah ve beyaz renklerle iktifa edildiği zamanlarda piyasada fink atmazlar, çok taneli teşbihlerini elbiselerinin içinde gizleyerek kendilerine (şıh) ları tarafından verilen dersleri tedris eyler idiler.

Yine inâbeli kişiler, sülûk ettikleri yollarda tavsiye edilen belli başlı umdelere riayetle cenneti kazanma ümitlerini daha bir pekiştirmiş olur idiler.

Bu umdelerin ifâsı belki zordu, ama onlar fazla değildi.

Şıhları, yola revân olmak isteyen şahıslara dört adet umdenin varlığından bahsederek, bir yol haritası çizmiş oluyordu. Anlatılanlara göre bunlar, bir, az yemek; iki, az uyumak; üç, az konuşmak ve dört, insanlardan uzak durmaktan ibâretti.

Eskiden yani dönerin tavuktan yapılmadığı zamanlarda inâbeli olmaktan maksadın terk-i dünya eyledikte cennete gidebilmek ümidinin yanında dünya hayatın devam ettiği müddetçe güzel ahlâk sahibi olmak idi.

Sonra hikâyecinin hikâyesinin bir yerinde söylediği gibi ‘naylondan kremalar, orlondan salatalar’ icât edilince midelerin ifsâdı ile birlikte tarikat adı da verilen seyr ü sülûk işlerinde de ârızalar baş göstermiş oldu.

‘Senin malın senin, benim malım benim yahut senin malın senin, benim malım da senin veyahut ne benim malım benim ne senin malın senin, her şey Allah’ın’ anlayışının hakikat diye gösterildiği uzun ince bir yolda (tarikatlarda) ahalinin alım gücünün yükselmesi ile birlikte petrol ve ‘tomafil’ fiyatları uygun hale getirilince veya gelince sülûk edenler, ‘koca tanrı, nimetlerini kullarının üzerinde görmekten hazlanır’ anlayışına evrildiler.

Vahşi diye vasfedilen kapitalizmin kanunları bütün dünyayı sarınca, karanlıktan faydalanan tahta kuruları gibi ortaya çıkmaya başlayan eskinin inâbeli tayfaları, kulakları ile birlikte ruhlarına fısıldanan dört mühim umdeyi duymaz ve umursamaz hale geldiler. Daha doğrusu getirildiler.

Haliyle küstahlaştılar.

Haliyle pervasızlaştılar.

‘Veren el olmaları gerekirken, daimî surette dilencilik yapar oldular. Ve dilenciliklerine kılıf da buldular:

‘Sana ne hacı? Şıhımın bindiği milyon kaymelik vesaitin benzin parasını sen mi veriyon?’

Güzel ve aynı zamanda muhteşem bir mugalata…

Hiç kimseden şantaj ve tehditle yardım toplamıyorlar. Veren, gönüllü verdikten sonra laikçi ve çok demukraaaaasi bir sosyal düzende kişilerin sızlanma ve şikâyet hakkı bulunmuyor.

Çağcıllaştırılmış, laikleştirilmiş ve vahşi kapitalizmin döndürdüğü çarkların dişlileri arasında sıkışıp kaldığı için varoluş kaygısı yaşayan her canlı (bireyin) sağ kalma iç güdüsünü anlamak gerekiyor. Yaşadıkları coğrafyada yoğun bir câhilleştirme sürecine tâbi tutulan bedevî kılıklı ortaçağ kalıntılarına öyle yaşamaları gerektiği telkin edilmiştir.

Burada söz konusu olabilecek husus, hamburgerle beslenen bir neslin yaşadığı dünyada inâbelilerin çevresindeki insanların beden ve ruhları için ürettikleri herhangi bir katma değerin olup olmadığının anlaşılmasıdır.

Ve olmadığı anlaşılıyor.

Bahsi geçen inâbelilerin uyması gereken az konuşmak prensibini sözcüleri mevkiinde sayılan hacıyatmazın biri çiğneyip geçiyor. Lambanın ışığından, bindiği vasıtaya, seslendiği mikrofondan, yazdığı kitaplarda kullanılan yazının boyasına, giydiği entariyi dokuyan makineden sıhhati için kullandığı ilâçlara kadar ne varsa tamamını asla ve kat'a kendi cennetine sokmayacağı sünnetsizler tarafından keşf ve icât edildiğini hesaba katmıyor. Ve güya onları ‘hidâyete muhtaç zavallılar’ addederek yaptıklarını alaycı üslûpla uzun uzun anlatıyor. Halbuki ona mensubu olduğu yolda ilerlerken ‘az konuş’ denilmişti.

Ayrıca onlara boş konuşmanın ‘malâyâni’ olduğu bildirilmişti.

‘Terbiyenin mideden başladığı...’ söylenmişti.

‘Kerâmet baştadır, tacda değildir/ Hararet nârdadır, sacda değildir / Hakkı arar isen gönlünde ara / Yemen’de Mekke’de hacda değildir’ mısraları dilden dökülmüştü.

‘Ne ki senden alınmıştır, o senin hayrınadır’ gibi hikmetli sayılan bir kelâm ortalarda geziniyordu.

Ama entarisi basmadan değil, İngiliz kumaşından dikili hacıyatmaz, ’dünyadan da nasibini unutma’ emrine uygun hareket ediyor.

Ve nihayet, hacıyatmaza Peyami Safa’dan alıntı ile anladığı kadarı ile:

‘...alıştığın gibi  / alışıp, yılıştığın gibi / seni her gün dizlerimde hoplatayım / şerefine bütün yetim çocukların anasını satayım...’