KENDİMİ ANLATACAĞIM (2)
Geçen hafta başlamıştık bu hikâyeye. Benim değil; benim de içinde bulunduğum mesleğimin yiğitlerinin hikâyesine. Hani son yıllarda ne halin varsa gör denilen bir mesleğin sahipleri. Yeni yeni anlaşılıyor önemleri. Eğitimde “reform” sözü dökülüyor dudaklardan çok geç kalınsa da... Ama yine de iyi bir gelişme ve samimi bir itiraf. Ama şunu mutlaka eklemek gerekir “eğitimde reform”dan önce; öğretmen yetiştirmede reform yapılmalı bence. Bunun sebebi de en iyi bir reform paketi getirseniz de bunu uygulayacak kişinin öğretmen olması. O zaman ne gerekli iyi yetiştirilmiş, sorunları çözülmüş idealist öğretmenler. Bugünkü sistem ile öğretmen asla yetiştirilemez. Bu sebeple biz bir iki, üç hafta kendimi anlatacağım derken benim belleğimde kalan toplumda, benim gözümle iz bırakan öğretmenlerden bahsetmek istedim.
Tüm öğretmenlerimi, öğretmen arkadaşlarımı, beraber çalıştığım güzel insanları tam hatırlar mıyım bilemem. Benim hatırladıklarım hem gönlümde hem de zihnimde iz bırakanlar. Yoksa ülkemde adları, sanları bilinmeyen nice güzel öğretmenler var. Hepsi renkli, şekilli, ince ruhludurlar. Genelde çok gece uyumazlar; uyandırmak isterler minicik beyinleri. Hissederek, yürekten yaparlar görevlerini. Belki de çoğunun isimlerini ve yüzlerini hatırlamıyorum şimdi ama çoğu benim gönül listemdeler.
Geçen hafta sıra ile başlamak istedim ama farkına vardım ki sonradan aklıma gelenler var. Bu sebeple ara sıra sıradan çıkarak onlardan da söz etmek isterim. Mesela küçük boyu, bond çantası şık giyimi ile Fevzipaşa'da öğretmen, Yıldızlı'da müdür Aydın Özdemir. Rahmet olsun ruhu. Kebire öğretmen. Cemal Durgun öğretmen.
Geçen hafta Ortaokulda kalmıştık. Bakın kimi unuttuk? Mehmet Hanefi Gürcü'yü. O da futbol hastası ve sevecen. Sonra Tülay öğretmen. Osman Karabekiroğlu ki iyi ders anlatırdı. Genelde derslerini laboratuvarda yapar ve önceden deneyleri hazırlardı. Sertti. Hiç unutmam, soru sorduğunda bilmeyenin kulağını tüp tutkacı ile sıkmasını. Bir gün basınç problemi sordu. İlk yapan ben oldum. Korkarak parmak kaldırdım. “Kalk çöz”, dedi. Çözdüm. “Aferin sen ileride mühendis olursun.” dedi ama ben öğretmen oldum. Demek ki o sert duruşu, biz öğrencilere göz dağı vermek içinmiş.
Her Eylül gelince aklımıza düşerdi özlediğimiz okul. Ortaokuldan sonra herkes farklı okullara gitmişti. Köyden gelenlerin birçoğu öğretmen okullarına, sağlık okullarına ve sanat okullarına kayıt yaptırdı. Derecik bölgesinden gelenler Trabzon Lisesi’ni tercih etmişlerdi. Akçaabat'ta henüz lise açılmamıştı. Ama açılacağı söyleniyordu. Hatta hayali kaydımız bile Akçaabat Lisesi’ne yapılmış ve lise onayı gelmeden biz eğitime bile başlamıştık. Okullar açıldıktan iki hafta sonra okulumuzun açılma onayı gelmişti. Kurucu müdürümüz Osman Tok. Biz sabahtan, ortaokul öğleden sonra eğitim yapmaya başladı. Lise ile yeni yeni öğretmenlerle tanıştık. Bizim havamız başka. Akçaabat'ta, biz liseliyiz. Yıl 1968. Durmuş bir saat gibi bakıyorduk kendimize. Yaşlandığımızı düşünmüyor; büyümüş gibi görüyorduk kendimizi. Ne üniversite ne de seçilecek meslek vardı aklımızda. Farklı bir dünya idi bizim için lise yılları. Hele de çok sevdiğimiz bizim ile arkadaş gibi olan öğretmenler. İki bahçemiz vardı. Büyük bahçe erkeklere; küçük bahçe kızlara. Doğu ve batı gibi. Arada sırada kaçamak yapıyorduk kızların bahçesine. Uzaklarda kalmış, yakınlardı bakışlarımıza sızan. İdare veya öğretmen görürse kaçardık süvari hışmıyla. Sanki bu küçük “kız bahçesi”ni özletmek için kurmuşlar. Sonraki yıllarda bu kural değişti. Çünkü kızların da erkeklerin bahçesine girmesi yasaktı o yıllar.
Şimdi düşündükçe gözlerimde demlenir yıllar. O yıllarda okul dostluk ve arkadaşlık için en güzel sosyal alandı. O güzel insanları, öğretmenleri düşündükçe camın kırılması gibi can yırtılır sevgi tadında içimde... Kim bilir benim içimden geçirdiğim kaçıncı sevgi kırıntıları, hala o öğretmenler bolca var. Kimi bugün yok aramızda. Üç, beşi var hala yaşayan. Ama son yıllarda sanki eğitime nazar değmiş gibi. Hele de şu salgın günlerinde. Bir de öğretmenin tarzı değişmiş. Yırtık pantolonlar, ütüsüz elbiseler, fırçasız saçlar, biçimsiz sakallar. Çiçeksiz dağ, elmasız ağaç gibi. Bu sebeple “eğitimde reform” denilirken sancıyan yerlere bakmak gerekir. Çünkü şifa ancak böyle gelir. Yoksa bir rüyadan uyanıp, bir başka rüyaya dalmak tesellimiz olur ancak. Öyle sorunlar ile karşı karşıya ki bugün eğitim ve öğretim. Bilhassa da öğretmenler sanki “kuzgunun pençesinde kıvranan ve yardım bekleyen menekşe kuşlarına” döndüler. Dilim dilim bölündüler, yavaş yavaş küstüler, özlük yönünden gram gram eridiler. Hatta bazı yerlerde ve okullarda haddini aşınca bazı veliler; gündüzü unutup geceye yön çevirdiler. Artık çoğu okulda, öğretmen odalarında açmıyor mor bir begonya. Cehalet ne silahla ne de moralsiz eğitimciler ile yok edilemez. İşte bu an bakıyorum düne. O gün tebessüm eden gözlere. Kitaplara vermişlerdi kendilerini. Göz bebeklerinde büyürdü bahar çiçekleri. Geceyi aydınlatan koca bir ay ve binlerce yıldızdılar.
Bir hafta boyu düşündüm kimlerdi? Bana edebiyatı sevdiren okul müdürümüz Ahmet Kukul. “Kakaofonik” kelimesini ilk ondan öğrendim. Necat Birinci, yöneticilik dönemimde biraz üzse de beni, gönlümde hep lise öğretmeni olarak kaldı. Duruşu, ders anlatışı, sevgisi, sözü ve sevecenliği ile Afife Aybek öğretmen. Haydar Başkan, Millî Mücadele’yi yaşayarak anlatan tarih öğretmeni H. Avni Bahadır. Baki Bektaşoğlu, Ali Zafer Özdemir, Şükrü Saltoğlu, bize tiyatroyu sevdiren Güner Tezcan ve eşi Ersev Tezcan, Zeynel Çakmak, Fizik öğretmeni Mehmet Çalışkan, Tonyalı Ahmet Bayrak, kemanı ile Yüksel Öğretmen, İngilizceci Osman öğretmen.
Öğrettikleri değil, bize yaptırdıkları hep aklımda. Matematik, fizik, kimya hayal meyal. Çünkü eğitimde çocuğun bizzat yaptıkları kalıyor aklında. Mesela tiyatro oyunlarından “Çürük Elma”, sonra “Cimri”. Açtığımız sergiler. Şiir okuma geceleri. Kasabalılar orkestrası. Sınıf maçları, okul maçları, geziler. Bir de okulumuzu basan denizin dalgaları. Sınıfımızda zıplayan balık. Küçük küçük yaramazlıklar. Şimdi bende her biri; onlarca yüzün ayrı hikayesi var.
Ama bugün devamlı dönen dünyada; dönen ve döndürülen öğretmen modeliyle bir yere varamayız. Hele de göz dağı vermek için döndürülüyorsa öğretmen; vay halimize. Bakıyorum da geceleri öğrencisine ücretli ders verme yarışında; salı pazarında ve diğer semt pazarlarında öğretmenlere; para için seksek oynuyor, eğitim için gündüzleri okulda saklambaç. Görünce mahzun öğretmeni caddelerde, sokakta ve ikinci işte; yetim kalıyor ruhum. Öğretmenlerin sancıyan yüreğine ve üşüyen ellerine güneşler sürmek gerekir. Şunu da bilmeli bu öğretmen; " bu meslek, aşk ile yapılır". Sonunda ne para olur ne de pul. Var olacak olan, güzel bir dünya geleceğe bırakmaktır.
(Devam edecek. Yüksek okul, meslek hayatı, hayatın içinde nice güzel öğretmenler var anlatılacak. Son nokta 24 Kasım)