HARŞUT KIZIL AKARKEN
Benim adım Mustafa... Doğduğumda dedem verdi bu adı bana. Sonradan öğrendim; Peygamberimizin adıymış. Ben şu an yokum aranızda. Belki de hiç kimse beni tanımaz. Ama ben her gün seyrederim sizleri. Yaptıklarınızı, söylediklerinizi, yanlışlarınızı, doğrularınızı.
Saçlarımı sanki güneşin volkanlarından veya her sabah yön değiştiren ayçiçeğinin güne bakan renginden aldım. Ben de sizler gibi çocuktum. Yaşım sekiz. Şimdi pamuk bulutların beyazlığı içinde uyur ruhum. Su sesi güzeldir derler, ama su sesinden korkarım ben. Küçük bir çocuktum. Ama çocukluğumu yaşamadım. Kardeşim vardı adı Fatma... Çok severdim kendisini. Mısır ekmeğimi onunla paylaşır, yağlı kısmını hep ona verirdim. Sarı, saman yapraklı defterimi çizerdi kızmazdım. Şimdi siyah örülü uzun saçları hayallerimde. En son papatyadan taç yapmış takmıştım saçlarına. Çok yakışmıştı kara kaşa, kara göze.
Size bir hikâyem var anlatılacak. Ama korkuyorum gerilere gitmeye. Belki de pek bir şey anlamazsınız anlatacağım hikâyeden. Hikâye de demeyelim yaşadıklarımdan. Çünkü sizler bugünün çocukları ve insanlarısınız. Ben bakir bozkırın çocuğuyum. Saf ve temiz. Sizler çıkar ilişkileri ile bir araya gelmiş toplumun insanları. Ben asla bilmediğim kapris, dedikodu, entrika kol geziyor aranızda. Beş kuruşa satılan dostluklar, umutlar. Hatta bakıyorum karşınızda duran deniz bile ayrı düşmüş sizinle.
Desem ki benim hikâyem Zemheri ayında başladı. Zemheri ne diyeceksiniz. Öyleyse yormayayım sizi. Karlı ve soğuk bir gün. Düşündükçe hala hüznünü yaşıyorum. Pulathane önünde Urus'un gemileri... Kalanima yanıyor. Belli hedeflere doğru gemilerden top atışı başlamış. Mutluluğun son günleri. Öz topraklardan kaçış. Batıya doğru başlıyor zahmetli ve korku dolu yolculuk. Hani siz şu an “muhacirlik” diyorsunuz ya işte o an. Büyüklerin sırtında yatak yorgan, erzak. Çocukların ayaklarında çarık, kara lastik veya çıplak. Yollarda eşkıyalar, anlatılmaz acılar. Açlık, soğuk, korku. Ağlamalar, sızlamalara, yakılan ağıtlar. Düşüp yuvarlanmalar. Boş bulunan evlerde kara ateş yakıp geceyi geçirme saatleri. Ben Mustafa, yanımda kardeşim Fatma. Acılı ve sancılı günler. Bilmediğimiz mekânlar, zor geçilen dereler. Açlığa ve soğuğa kafa tutarcasına inatçı bir kaçış. Geride bıraktıklarımız, minnoş ismini verdiğimiz kedimiz. Fatma'nın kediyi almak istemesi, annemin “taşıyamazsın alma” demesi ve gözyaşları hala gözlerimin önünde. Güçlü olanın mazlumları ezmesi. Urus'un topraklarımıza göz dikmesi. Savaş tamtamları çalınca, çoluk çocuk dinlemez, insanları korkutur ve dağıtır. İşte biz bunları yaşıyoruz soğuk bir Zemheri ayında. Kar tipi, fırtına. Nihayet zar zor geldik Harşut'a. Annemin sırtında Fatma. Taşıyacak gücü yok. Geceler uzun. Geceler karanlık, geceler ağır. Göğüs kafesimin altında yüreğim pıt pıt atmakta. Soruyorum kendi kendime. Neredeyiz biz, burası neresi? Tirebolu Harşut Nehri diyor büyüklerimiz. İlk defa nehir görüyorum. Akışı ve sesi korkutuyor beni. Biz hep küçük derelerde elimizle balık tutardık. Ama bu Harşut sanki canavar.
Gece annemle babam konuşuyor. “Böyle yol alamayız. Kızı bırakalım Mustafa'yı alalım” diyorlar. Annem “ben kızımı bırakmam” diyor. Babam, “ne yapalım Harşut'a mı atalım” diyor. Annem ağlıyor. Ben içime doğru akıtıyorum gözyaşımı. Daha sonra konuşanları duymuyorum. Konuşulanları duyunca artık üşümüyorum. Artık ateş gibiyim. Yanıyorum. Sessizlik içinde çığlık atıyorum içime doğru. Çığlığımı sadece ben duyuyorum. Fatma’sız ben ne yaparım diye düşünüyorum.
Sabah ezanı okunurken Gladyatör gibi güçlü olan Harşut'un en zayıf olduğu yerinden karşıya geçmeye çalışıyoruz. Fatma babamın sırtında. Su belimizde. İçimiz adeta donuyor. Titriyoruz. Her saniye sanki ölüme doğru gidiyoruz. Sular kızarmış şekilde birinden hınç alacakmış gibi akıyor. Sanki kurban bekliyor. Önümüzden çocuk cesetleri akarak geçiyor. Korkuyorum. Benim düşüncemde hep kardeşim Fatma var. Ya suya atarlarsa veya düşerse. Öyle ya gece duymadığım konuşmalarda ne karar vermişti babam. Alaca karanlıkta bir ışık olsun istiyorum. Karşı kıyıya çıkmak için dua ediyorum. Karşıya bakıyorum sanki orada da ayrı bir canavar. Gelin gelin bana yem olacaksınız diyor. Dağlarda tüfek sesleri. Tepelere düşen bir iki gemiden atılan top, ateş ve dumanları. Sanki Urus Harşut'u geçmemizi istemiyor. İçimde garip bir ürperti. Sanki kötü bir şey olacak. Sevgisizliğe aç çocukluğum. Zayıflamışım. Ama güçlü olmak durumundaydım. Hem sularla boğuşuyor hem de babamın sırtındaki Fatma'ya bakıyordum. Bir de karşı kıyıya geçmeye kilitlendim. Birden babam silkelendi ve Fatma, sanki sırtından, uzun atlamacı gibi sulara doğru atıldı. Sular Fatma'yı sürükledi. Çok çabuk yuttu Gladyatör gücüyle yok etti. En son iki metre önümde uzun saçlarını gördüm. Bir de annemin acı sesini: “Fatmaaaa.Fatmam...” Hiç düşünmeden peşinden ben de suya atladım. Son gördüğüm Harşut kızıl akıyordu. Harşut'un kızıl suları içinde başka diyarlara doğru gidiyordum. Bir iki kayaya çarptı başım. Tam denize kavuşacaktım ki Fatma'yı gördüm. Tuttum ellerini. Karadeniz’in karanlık sularında kaybolduk. Hâlâ top sesleri ve anne iniltileri. Hiçbir deniz feneri kurtarmadı beni, sadece bildiğim Harşut Kızıl Akarken ben Mustafa ve kardeşim Fatma, biz çocuktuk masumduk. Maalesef burada bitti hikâyemiz. Bizimle beraber diğer tarafa giden çok çocuk arkadaşımız oldu. Bilhassa da kız çocukları.
Vardığımız bu limanı siz şimdi bilemezsiniz. Muhacirlik diyordunuz. Bizim tek bir sorumuz var. Bizi hatırlıyor ve anıyor musunuz? Harşut Kızıl Akarken. Bilhassa siz gençler ve çocuklar duyuyor musunuz beni?