YABAN GÜLLERİ
Geçmiş zamanı çoğu insan hatırlamaz. Belki de hatırlamak istemez. Çünkü hem hayallerinin hem de zihninin yarısını orada bırakıp gelmiştir. Bırakmasa belki de bugün çoğu bilinmezlikleri öğrenirdi insanlar.
Eskiden iki büyük duvar vardı. Türk saldırılarından korunmak için yapılan duvar: Çin Seddi. Bir diğeri bir milleti ikiye bölen soğuk ve sıcak duvar: Berlin Duvarı. Bizim de bahçelere toprak kaymasın diye elimizle yaptığımız çamur ve taş karışımı duvarlar vardı. Her yağmurda yıkılır tekrar yapılırdı. Evler önüne ise duvar yerine tahtadan “tarabalar” yapılırdı. Evde namahremlik olanlar görülmemesi için.
Eskiden çoğulcu renk siyah ve beyazdı. “Tirildi” yoksulun gömleği, fistanı, kadının eteği. Renksizlik vardı ama ruhsuzluk yoktu eskiden. İmece usulü çalışmalar vardı. Tarlada zaman zaman uyuya kalırdı çocuklar. Çocuklar güneşten yanmasın diye tüylü bulutlar gelirdi üzerlerine.
Doğru beslenirdi insanlar. Ana sütü helal. Yağlar, peynirler, sütler, ayranlar. Organikti patlıcanlar, biberler. Bir hamsi kuşu bir bostanla mutlu olurdu şimdi hatırlayamadığım insanlar. Ama isimleri hala ezberimde.
Her Cuma günü mahalledeki veya köydeki camiye giderdi insanlar. Yola çıkmadan önce aynaya bakar kıyafetlerini düzeltirler, imkânları ölçüsünde güzel ve temiz giymeye çalışırlardı. Öyle giderlerdi Allah'ın kutsal evlerine. Minarede sala okuyan müezzinleri hayranlıkla dinlerlerdi."Kurban olurum sesine" diye söylerlerdi içlerinden. Dua ederlerdi mezarlara karşı. Sağa sola selam verip gülerek giderlerdi.
O zamanlarda çokbilmişler vardı. “Sen neymişsin be abi” şarkısı onlar için yapılmıştı. Her taşın altından onlar çıkardı. Bilmişlik taslarlar, emeksiz geçinirlerdi. Geçim kaynakları gizliydi, karaydı, kirliydi.
Arazi kavgaları, kız kaçırma olayları, hudut meseleleri olurdu. Bu tip insanlar pek de sevilmezdi. Çoğu kez onları seven hapishaneler olurdu. Şehrin orta yerinde hapishanede volta atar, birinci, Bafra sigarası içerlerdi. Ara sırada bu olumsuzluk durumlar için insanlar vurulurdu.
Sokaklarda gözdağı verenler de kahkaha atanlar da olurdu. Bir gecede Hamam Çimeni'ne gecekondular doldu. Aldılar, sattılar. Devlet arazilerini kendi aralarında pay ettiler. Bürokratları doyurup susturdular. Kısaca “yağmaladılar”, yine de doymadılar.
Ağalar vardı eskiden. Marabalara “ben ölürsem sen ne yaparsın” diyenler. Akçaabat'a liman yapılmasın, tekel açılmasın isteyenler. Bu yüzden ayrıldı bu kentten Ayasofya, Beşirli, Akyazı. Trabzon'da Tekel kuruldu, tütün var desinler diye. Kısaca karışık kuruşuk dünya. Ne hali varsa görsün fakirler.
Yaylalarda uyurdu çobanlar sürüler. Gür olurdu ormanlar. Pazarlara odun taşırdı zayıf eşekler. Satılırdı yağlar, minziler, alınırdı “Vita yağı”. Ofisin kapısında torbalarla beklerdi kadınlar gelinler. Amerikan yardımı. Şimdi anlıyoruz ki zehirdi. Tarım bitti, tohum gitti. Kurtlu buğday, süt tozu, balık yağı... Zangır zangır bağırırdı tellallar. Sırası gelenler. Ayaklarda çarıklar, kara lastik, şehirlide iskarpinler. Çay bahçelerinde keyfinden kahve tüttürürdü fötr şapkalı, beyaz gömlekli kravatlı beyler. Ellerinde Cumhuriyet, Sonhavadis, Tercuman, Yeni İstanbul gazeteleri.
O günde ağaçlara tırmanırdı karıncalar, uçardı kelebekler, geçerdi göçmen kuşlar. Kefenle konurdu mezara ölüler. Daha çok şeyler olurdu. Mesela maçlar, tekelin ışıkları, eski bayramlar, mavnalar, karpuz kavun sergileri, kayıkla gelen elmalar. Denizin maviliği, insanları boğan dalgalar, şarkı söylenen gazino, gezgin tiyatrolar.
Benim içimde kalan yamaçlarda inek otlatırken burnumda tüten beyaz ve pembe yaban gülleri. Etrafta uçan renkli kelebekler.
Şimdi yaban gülleri betona yenildi. Zaten dün yoktu ki... Yürekte palazlandı buhur. İçim sek sek, dışım saklambaç.
İlla da “yaban gülleri”... Unutamadığım...