Mehmet Salih KÖSE

Tarih: 07.05.2019 13:14

NEREYE GİTTİ MASUMLUĞUMUZ?

Facebook Twitter Linked-in

 

NEREYE GİTTİ MASUMLUĞUMUZ?

Bu kentin sokaklarında bir zamanlar bizler de birer masum çocuktuk. Koşardık, oynardık, topaç çevirir, uçurtma yapar uçurur, tenekede midye pişirir, baş kayaya yüzersin yüzemezsin iddiasına girer, boğulmayı göze alır, denizde kulaç atadık. Baş Kaya'nın üzerine oturur önce bir oh çeker, döner bakardık şehrimize. İçimizde bilinmeyen, keşfedilmemişti masumane duygular. Sanki kentimiz sevgi, dostluk ve çocuk kokardı boydan boya.

Boyumuza posumuza bakmadan Hamam Çimeni'nde geçerdik kalenin arkasına ve atlardık Sebatspor futbolcularının attığı sert şutlara. Topu tutup bir tekme atınca mutlu olurduk. Zaman gelir hayal kura kura Doktorun Bayırı'ndan yukarı çıkar, bakardık, güllere, narlara, dallara... Zaman zaman kızlar görürdük; bakmaya utanırdık, belki de korkar ve çekinirdik. Konuşurlarsa bizimle kalbimiz küt küt atardı. Yol uzasın isterdik. Mahallenin en güzel kızıyla konuştuk diye hava atardık arkadaşımıza. Ama inanın masumduk, utangaçtık. Martılarla yarışırdık bu konuda.

Aylardan en çok Nisanı ve Mayısı severdik. Bir de Ramazan’ı. Birinde çiçek vardı, kırlar vardı, piknik vardı, uçurtma vardı, kuzular vardı. Ramazan’da Sarıtaş Mahallesinde atılan top. Akşam olur haykırırdık. “Helim Aga bum... Trabzon attı sende at.” Bazılarımızın söylemi “Aga bum” şeklindeydi. Herkes sofradaydı. Sokaklar pide kokardı. Pidesiz, salatasız ve çocuksuz iftar sofrası garipti. Yemekler yenir, karlı soğuk su içilir, büyüklerimizin peşine takılır ve camiye giderdik. Ramazan geceleri cami mektepleri bir eğlence merkezi olurdu. Sohbetler, şakalar ve oyunlar. En çok ilgimizi çeken büyüklerin oynadığı “yüzük oyunu”ydu. Şarkılar söylenirdi. “Habundadır, ha şunda tablada fincan altında...”

Mahallenin dar sokak aralarında akşamüzeri başlardı top oyunu. Büyükler gelince dururduk geçmesini beklerdik. Yavaş geçen olursa içimizden kızardık. Geçince başlardık kalan yerden. Beşte haftayım onda oyun bitecek. Maç bitmez gece karanlığa kalırdık. Zaman zaman bu konuda azar da işitirdik büyüklerden. Eğer mahalle kızları seyrediyorsa bizleri daha da güzel oynamaya çalışır, gol atınca döner masumane duygularla platonik sevdiğimiz kızla göz göze gelmeye çalışırdık. O bakış ve göz göze gelmek, müthiş bir duyguydu. O an çok koşup yorulmamızdan değil; o bakıştan kalbimiz küt küt çarpardı. Bir anlam çıkarırdık bu bakıştan. Belki de kızın bizden bile haberi yoktu. Bir başka gün bakardık aynı kız bir başka çocukla konuşuyor. Hayal kırıklığımız başlardı. Yanılmışız. Ya kız masummuş veya bizim duygularımız safmış...

Odalarımızın duvarlarında artist resimleri olurdu. Ya Hey Dergisi’nden veya Hayat Mecmuası’ndan alırdık. Her hafta orta sayfada bir artist resmi verirdi. Spor Dergisi yoktu sadece gazeteler haftada bir siyah beyaz bir futbolcu resmi verirdi. Ben Lefter'i, Can Bartu'yu takardım odama. Artistlerden Eşref Kolçak, Fatma Girik. Arkadaşım Metin Oktay, Türkan Şoray, Orhan Günşiray resmini takardı odasına.

Hafta sonu saat sekizde TRT Radyo'da istekler saati başlardı. En çok “Erzurum Dağları Kar ile Bora” türküsü istek alırdı. Ben “Dadaloğlu”nu dinlemeyi severdim. Kardeşim “İşte Hendek İşte Deve” parçasını severdi. Yani birimiz Cem Karaca'cı, diğerimiz Barış Manço'cuyduk.

Gündüzleri haftada iki gün pervaneli uçaklar geçerdi üzerimizden. Kuş lastiği ile taş atardık uçaklara. Bazı arkadaşlarımız ise odun direklerinde bulunan elektrik tellerindeki fincanlara taş atar kırardı. Şikâyet ederdik öğretmenimize. Öğretmenimiz Türkan Dumanoğlu nasihat ederdi, yapmayın diye. Bazılarımız arkadaşlarımızın adını yazardı direklere. Ama yazana arkadaşlar kızardı. Hatta bu konuda kavgalar da yapılırdı mahallede. Ama hepsi de masumca... Hatta bazılarımız arkadaşımıza, “0sman senin adını yazdı direğe” diye ihbar ederdik. O da gider daha büyükçe yazardı başka direğe kendi adını yazanı. Hem de kömürle...

Tebeşir sayı ile gelirdi sınıfa. Hatta zaman gelir tebeşir bile bulamazdı öğretmenlerimiz. Renkli tebeşirler çıkınca sanki sanat eseri gibi bakardık bu renkli tebeşirlere. Neşeli günler yaşardık okul yolunda. Zil çalar koşardık bahçeye. Bakardık Fevzi Paşa İlkokulu'ndan Trabzon’a. Görünürdü Ayasofya ve Çamlık’taki hastane. Boztepe'de güneş vurunca parlardı ABD aynaları, çamların önünde. Hepimizde ayrı bir hikâye. Ruslara buradan kollayıp bomba atacaklar diye. Silgilerimiz vardı bir ipe geçirilmiş ve boğazımıza asılı. Bazılarımızın silgisi olmaz koparır yarısını verirdik arkadaşımıza. Paylaşmasını bilirdik. En çok istemediğimiz şey bizlere zoraki içirilen süt tozundan yapılmış Amerikan sütü. Çocuktuk ve masumduk. O zaman neyin ne olduğunu anlamazdık.

Şimdi bu okul kapatılacakmış. Duygularla oynamayın derim. Bir mahalle insanıyla ve çocuğuyla yaşar.

Zaman bir çölde kaybolan nehir gibi geldi ve geçti. Önce kuşatıldık. Denizden olduk, çiçekten koptuk. Bir kent bozgunu yaşadık. Başkaları kurdu zembereğimizi. Tükenmez çelişkileri yaşadık kısa zamanda. Kangrenleşti çirkinlik. Yine çocuklar var dünyamızda. Hapis oldular evlere. Ellerinde boş çerçeve. Çin malı boyalı oyuncaklar. Bugün sormak istiyorum nereye gitti çocuklardaki masumiyet duygusu? Çocuklar şimdi güneşten uzak, denizden yoksun. Bize kalan dağlardaki çiçeklere ve eski resimlere, bakarak avunmak. Artık ne Orta Mahalle masum, ne Faroz, ne Ganita, ne Boztepe. Sanki masumluk kayboldu, çocuksuzlaştı yollar. Deniz sesi içimizde, sadece dalgaları taşıyor duygular... Dar yollar büyüdü ama kayboldu yollarda masum çocuklar. Şimdi bahar. Bakın bakalım gökyüzüne kaç uçurtma var? Kaç gülen çocuk, uçurtmasını yapar?

Bu hafta çocukluğumun izini sürdüm, çocukluğumun anlamı olan yere. Hepimizin içinde zaman zaman konuşan masum bir çocuk var. Herkese iyi haftalar.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —