Mehmet Salih KÖSE

Tarih: 07.05.2024 12:28

ŞEHRİMİN ALAMET-İ FARİKALARI

Zaman zaman sosyal medyada yayınlanan eski resimler var. Bunlardan bazıları benim yaşadığım kentten.


KÖŞE BUCAK

Mehmet Salih KÖSE

Eğitim Uzmanı

 

Bunlara bakınca şehrimin haritaları açılıyor zihnimde. Çocukluğuma dönüyorum. Gözüme geliyor şehrimin alamet-i farikaları.

Mahalleler, daracık sokaklar, çeşmeler, su değirmenleri. En uzak dalındaki meyveyi almak için tırmandığımız yaşlı ağaçlar. Kuş lastiğine çatal yapmak için dallarını kestiğimiz zeytin ağaçları. Kabak gibi dediğimiz çatallar.  Topaçlar, fırfılaklar.

Ama benim için şimdi görmek istediğim; şehrin içindeki taş ve kagir binalar. Meryem Ana Vakfı binası. Ofis binası, Gümrük binası. Sahilde Rusların yaptığı depolar. Rasim Aga'nın bisiklet kiraya verdiği kagir bina. Üç tekerli küçük bisiklet. Hamamçimeni’nde cambaz gösterileri. Başaran’ın tütün depoları. Dürbinar Mahallesi, Harmancık’ta şimdi bazılarının kalıntıları kalan iki katlı evler. Ruslar giderken bombaladığı, “içinde peri var” dediğimiz, o koca taş bina. Orta Mahalle konakları. Cumbalı evler. Eski Belediye binası. Hapishane, Tekel mamulleri satış yeri, tütün satılan "gaban". Taş hanlar, Harun Aga'nın, Hurşut Amca'nın. Arapoğlu Nuri’nin kahveleri. Topsakal’ın Kahvesi, Jandarma’nın at tavlası. Uzunali'nin bahçesi. Halkevi bahçesi. Eski sinemalar. Küçücük ama bir o kadar da sempatik sağlık ocağı, Pertev Paşa'nın konağı, Şeker Usta'nın fırını, denizde gübre şeker taşıyan mavnalar.

Yitirdiğimiz ne çok değer varmış bu şehirde.

Şimdi gençler, “bunlara ne oldu” diye sorarlar Öyle bir zaman geldi ki, bu şehri çekirgeler gibi bazı duyarsız insanlar sardı, istila etti. Sonra Alamancı parası. Tek düşündükleri para ve faiz oldu. Bilhassa kaçakçılık ile elde ettikleri çok yüklü paralarla bu eski binaları ya devletten satın aldılar veya hissedarları çoğalmış, buradan göçmüş insanlardan, ucuza kapattılar. Çünkü o tiplerin hayata bakışları hep rant üzerine kuruluydu. Nerede bir çıkar; o tip insanları görürdünüz orada. Gençler, “etmeyin gitmeyin Hamamçimeni’ni biz gençlere futbol oynamak için bırakın” demelerine karşı bu güzel istekleri para yendi. Yıktılar ve dükkân yaparak kiraya verdiler. Mesela Halkevi, sonra halk eğitim olan şimdiki kütüphane bahçesinde manolya ağaçlarını, gülleri söktüler. Daha sonra, çıkar amaçlı akla uyarak, anlı şanlı siyasetçiler hastane yaptılar. Başaran’ın konağını, depolardan çalınan tütünler belli olmasın diye, bir gecede yaktılar. Akçaabat yandı o gece. O zamanlar birkaç genç; gözü yaşlı, kaybetmenin acısını yaşadılar. Direnen gençlere deli damgasını vurdular. O delilerden biri de bendim o yıllar.

Bu şehirde; büyük küçüğe sevgi duyuyor, küçük büyüğe saygı gösteriyordu. Selamlamadan geçmiyordu insan insanı. Şimdi selam ve sabah kesildi.

Küçük, pembe boyalı evlerde her gece, dedeler ve nineler torunlara masallar anlatılıyordu. Ölüme yas tutulurdu. Kuşlara yem verilirdi. Açlar doyurulur, gelen "Tanrı Misafiri" olarak kabul edilirdi. Hemen sofra kurulurdu. Yere düşen ekmek öpülüp alına konur ve yüksek bir yere kuşlar yesin diye bırakılırdı. Şimdi çöplere dökülüyor ekmekler.

Fesleğen, hanım eli, gül kokardı sokak. Şimdi sokaklar daraldı. Çocuklar sokağa duyuyor özlem. Çeşmeler vardı mahallelerde. Her çeşmenin bir adı vardı. Hayrat yazardı üzerinde. Çeşmeler yardımlaşma ile yapılırdı. Camiler de öyle.

Bağda çıkan turfanda ürünler, komşu ile paylaşılırdı. Hatta mısır bahçelerinde kuşların bile payı ayrılırdı. Bazı mısırlar bırakılırdı geriye.

Radyo az, teyp hiç yoktu. İnek otlatırken türkü söylerdi ninelerimiz. Asla unutmam kendisine "cici mama" vererek türkü söylemesini sağladığımız Esma Nine’yi. "Dirvana vurdum uçtu, tüyü tarlaya düştü."

Bütün bu saydıklarım şimdi hep geriye takılıp kalmak mıdır?  Hiç de değil. Görmek ve yazmak, geçmişi geleceğe taşımaktır. Bu nevi yazılara “kültür yolu yazısı” da denilir. 

Hayal diyenlerinizi duyuyorum.

Gerçekler hayalden doğmuyor mu? Bence yazılı belge olarak kent belleğinde kalmalı.

İçimde sancılı bir bahar. Özlüyorum, kentimin zalimce bir gecede yıkılan  o eski tarihi binalarını. Hele şu 1980 darbesi ile bu şehrin ağaçlarını kökünden kestiren asker kökenli bir yerel yönetimin başı, aklıma geliyor da gülüyorum. Ama şimdi belki de bu şehre turizm acısından çok şey kazandıracak olan bu şehrin alamet-i farikalarının yok oluşuna üzülüyorum.

Okumak, yazmak mı? Yoksa konuşmak mı? Bu zamanda susmak en iyisi galiba. Mesela sorsam kaymakamın, “Doktorun Bayırı”nda güller içindeki bahçede bulunan lojmanına ne oldu? Yine darılacak insanlar olacak. O lojmanın karşısında iki katlı, kapısı tokmaklı üç klasik ev nerede? Emin Bey'in konağı, bahçesindeki armut ağacı, nar ağacı, bahçesindeki mandalinalar betona mı yenildi? Az kuzeyde şehir kütüphanesi bir gecede yıkılmadı mı? Güneydeki şehir hamamını define avcıları yıkmadı mı? Eski Askerlik Şubesi kaça satıldı? Nail Kokanalı'nın üç katlı, sarı boyalı evinin yerinde şimdi trafiği aksatan binayı kim ve kimler dikti? Sahilde gazhane kimlere verildi? Bir gecede gecekondu diyerek sahiller istila edilmedi mi? Sorma bu soruları, darılan olur. En ilginç soru şu olsun. Orta Mahalle'de tarihi evleri, inceleyip onarmak isteyen Çelik Gülersoy'u ve ekibini kimler kovdu ve fotoğraf makinelerini kırdı? Sorma, gücenen ve darılan olur.

  Kaçkınlıklar bitti mi? Bitmedi. Şimdi kadim kültürü ve o güzel binaları doğayı özleyen yorgun insanlar sadece serzenişte bulunuyor. Fazla yormayalım, Sezai Karakoç'un şu dizileri bu haftaya son verelim:

 “Savaşırım doğudan daha doğu

Doğrudan daha doğru olanı bulmak için.”

Ben ne yazdım ne konuştum. Burada konuşan kalp dilim. 

Hâlâ aklımda şehrimin alamet-i farikaları. Artık bu şehirde geçerken saygı gösterilen değerli, ayağa kalkılan şahsiyetler yok. Sokakta, bazı çarpık çurpuk tipler ve sokaklarda çöpler, sigara izmaritleri. O tarihî doku ile sıcak insan ilişkileri de eridi gitti.

Geçmişte yoksulluk ve acılar vardı ama yaşanırdı müthiş güzellikler.

Şimdi uzaktan geliyor gözlerimize güzel kültürümüz ve o kültürü özlüyoruz. Hepsi o kadar. Bu sebeple dilimizde “eski dostlar” şarkısı.

Dostlara selam.