Zaman geçti, farklı farklı şehirler kuruldu. Şehirlerin cilalanmış yüzü, kirli tozu, betonlar, parkeler, asfaltlar; o güzel hatıraları saklamadılar. Üç beş insan, o çocukluk günlerini hala içinde saklar.
Sorun büyüklerinize, bahsetsinler size o güzel günlerden: “Zevkten, zarafetten ve sevgiden.” Korkmayın, ürkütmesin sizi çocukluk düşünceleri. Çıkın şu eski yerlere, eski köylere, yaylalara, eski mahallelere; pencere kenarında oturmuş, etrafa dalgın dalgın bakan ihtiyara sorun, size anlatacak o kadar çok çocukluk hatıraları vardır. Hatta Anadolu’da şu yanık türküler; o yaşanmışlıklaradır.
Benim de bugün, kendisinden izin aldığım, bir Sayın Bakan ile çocuklukta yaşadığım bir anımı burada paylaşacağım.
Önce, şöyle olayın geçtiği mekâna doğru, bir yolculuk yapalım. Geçen gün oraya gittim gördüm, bahçesinde sohbet ettiğimiz ayva ağaçları yok. “Esir almaca” oynadığımız bahçe küçülmüş. Artık o bahçeyi her gün süpüren Ziya Abi (Babur) de yok. Merdiven başında Ay Yıldızlı Türk Bayrağım dalgalanmıyor. Duvarlarda yabancı otlar büyümüş. Kapısı kırık, kendi öksüz bir okul olarak adı kalmış, Fevzi Paşa İlkokulu. Yanlış eğitim politikası yüzünden, üç beş şoförün isteği üzerine okul, kapatılmış; Trabzon Üniversitesi’ne devredilmiş. Yalnız, bir yıldan beri boş; yavaş yavaş çökmekte. Değişmeyen iki şey var, hâlâ güneş ilk doğduğunda duvarlarına vurur. Yükseklerden uçmayı seven güvercinler, çatısına konar. Kısaca bir güzel mazisi vardır bu okulun, ruhu hâlâ güneş gibi gökyüzünde parlar.
O okulun ışığı ile güzel yolları bulan nice nice insanlar vardır. Kimi bürokrat olmuştur, kimisi öğretmen, kimisi subay, kimisi tüccar, kimisi de milletvekili, sonra bakan.
Biz, anlatmak istediğimiz olaya geçmeden; bu okulda görev yapan, ismi, üzerimizde iz bırakmış bazı öğretmenlerin ismini anarak gireyim konuya. Başta Sayın Bakanın da öğretmeni olmuş bu öğretmenler. Cemal Durgun, Türkan Dumanoğlu, İsmail Timurcu, Salih Zeki Değirmenci, Mustafa Elmas, Metin Atagün, Kemal Çolak, Leman Çolak. Sindüz, Türker Timurcu, Kebire Topsakal, Muzaffer Pulatkan, Aydın Özdemir, Melahat Öğretmen...
1961-62-63 yılları. Bu okulun; siyah önlüklü, beyaz yakalıklı çocuklarıyız. Kimi arkadaşımız Orta Mahalle’den, kimi arkadaşımız Nefs-i Pulathane'den. Satari’den gelen arkadaşlarımız ve Dürbinar Mahallesinden; hatta Tütüncüler Köyü’nden gelen arkadaşlarımız da vardı. Konu edeceğimiz Sayın Bakan, Çolaklı’dan gelirdi Fevzi Paşa İlkokulu’na. Yetim bir çocuktu ama çok çalışkan. Hatta babası kötü bir hastalığa yakalanınca ve öleceğini anlayınca (26 yaşında çok genç babası vefat etmiş.) eşine vasiyet etmiş. “Ben ölürsem bu şehirden çık, büyük şehirlere git, bu çocukları çalış ve büyüt. Bu yerler karın doyurmaz, çocuklarıma sahip çık.” Annesi o yıllar bu şehri terk etmedi ama çok zor şartlarda, yoksulluk içinde büyüttü bu üç evladını.
O yıllar; evlerde, kahvelerde, köylerde tartışılıyor: “Dünya yuvarlak mı? Dünya düz mü?” Hatta bazı kişiler “Dünya öküzün boynuzları üzerinde” diyordu. Bu tartışmalardan, biz çocuklar da etkileniyoruz. Bu tartışma, o zamanki biz çocuklar arasında da yapılıyor.
O yıllarda bizim ilkokul arkadaşlarımız, daha sonra ortaokul ve lisede arkadaş olduk, hâlâ arkadaşlığımız devam eden, Sayın Osman Pepe de var. Daha sonra KTÜ Makine Mühendisliği’ni bitirmiş, İzmit’e gitmiş işini kurmuş siyasete atılmış. Milletvekili, daha sonra da Orman Bakanı olmuştur. İlkokulda benden bir alt sınıfta ama zeki, çalışkan. Hatta sınıfının lideri. Ben de bir üst sınıfta, biraz da ben kendime göre çalışkan sayılıyorum. Bir alt sınıf, şimdi olmayan ayva ağacının altında toplanıyor, ben ve benim arkadaş gurubum okulun önündeki beton alan üzerinde oyun oynuyoruz. O yıllar okul bahçesi de sınıflara göre sanki bölünmüş.
Zil çaldı, dinlenme arası. Her sınıf bölgesinde yerini alıyor. Kızlar ip atlıyor, çocuklar esir almaca oynuyor. Biz beton bahçede “cız bız” oyunundayız.
Sayın çocuk Osman Pepe’nin gurubu içinde yine bir tartışma konusu. “Dünya neyin üzerinde duruyor?” Sayın Bakan Osman Pepe o yıllar dördüncü sınıf öğrencisi, ben beşinci sınıf öğrencisi. Sayın Bakan o günkü çocukluk düşüncesi ile arkadaşlarına şöyle diyor: “Dünya öküzün boynuzları üzerinde duruyor.” Kendi aralarında böyledir, değildir tartışması çıkıyor. Öğretmene de sormaya çekiniyorlar ve Sayın Osman Pepe ve çocuk arkadaşları, beton üzerinde, cızbız oynayan bize doğru gelip aynı soruyu bana soruyorlar. Biz ileri sınıfız ya... Biraz da bende çok şey bilen havası. “Dünya öküzün boynuzları üzerinde midir, değil midir? Arkadaşımız Osman “Öküzün boynuzları üzerindedir.” diyor.
Ben, gülüyorum. “Olur mu öyle şey? Dünya öküzün boynuzları üzerinde değildir. Öküzün sırtı kaşındı, boynuzları ile kaşıyacak, boynuzun üzerinde dünya olursa nasıl sırtını kaşıyacak?” diyorum. Tabi o zamanki çocuk olan Sayın Osman Pepe’yi ikna etmek zor. Zil çalıyor, sınıflarımıza gidiyoruz. Bu tartışma okulda haftalar devam ediyor.
Arkadaşım, sayın bakanı her gördüğümde hemen bu konuya giriyor. Bu anıyı anlatıyor; “Çocukken ne kadar yanlış düşünüyormuşum.” Zaman ve bilim insanı değiştiriyor. Bu olayı Ordu’da Valilik Makamında Sayın Vali Kemal Yazıcı’ya bile anlatmıştı. Sayın Osman Pepe o yıl Orman Bakanıydı, ben Ordu Milli Eğitim Müdür Vekili.
Bazı yanlışların insanoğlunun içindeki gerçeği ifadelendirmekte oldukları zamanla ne kadar doğruymuş.
Orman Bakanlığı eski Bakanı Sayın Osman Pepe her gördüğü yerde bu hikâyeyi anlatıyor. Dün, Akçaabatlılar Vakfı’nda sohbet ettik ve şöyle dedi. “Seninle çocukken yaptığımız şu dünyanın oluşum meselesini ben de hatıralarım arasına alayım.” Ben de “Siz izin verirseniz o anımızı yazıp paylaşayım.” “Neden olmasın. Olsun.” İzin aldım, paylaşıyorum. “O an, o tartışmamız çocukluğumuzdan sende bende kalmış en güzel armağan. İnsan yaşadıkça, okudukça çok şeyleri öğreniyor.”
Daha sonra tarihi bazı olaylardan, Osmanlılarda 1700 yıllarında hızlı çöküşün başladığını, Osmanlı Donanmasının Venedikliler tarafından yakılıp, nasıl yok edildiğini ve Galata Bankerlerinin Osmanlıyı nasıl çökerttiklerini, Padişah Hanımının padişah adına nasıl imza attığını, kimleri rüşvet karşılığı makama getirdiğini, rüşvet verenlerin de yüz misli rüşvet alarak iş gördüğünü, bunları tarihçilerden ve tarih kitaplarından öğrendiğini anlattı. Kirlenme, çözülme o yıllar da varmış. Ünlü üç tarihçi (Uzunçarşılı ve Halil İnalcık Hoca, İlber Ortaylı’nın kitaplarının okunması gerektiğini söyledi) bu gerçeği ortaya seriyor.
Güzel bir sohbetimiz oldu.
Ben de o güzel çocukluk anımızı burada kayıt altına almak istedim.
Şimdi bakıyorum bazı gençler, geçmişten kaçıyorlar, doludizgin atlarla değil, en lüks arabalarla. Aslında şu geçmiş kültürü bir araştırsalar, karıştırsalar karşılarına çıkacaktır ne güzel imbatlar. “Bir varmış, bir yokmuş.” gibi.
Bugünlük bu kadar.
Sağlıkla kalın.